07/ PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI: 09.06.2025
Amcamın gelininin düğününde, sabah erkenden bayrak dikilmişti de babaannem kendi düğününü hatırlayıp sessizce ağlamıştı.”
YÖRÜK KADINLARININ ZAMANLAR ARASI İZLERİ-Y1-7
Bayraklar ve Dağdan Dağa Çocuk Taşımak
“Yörüklükten yerleşik düzene geçtik. Düğünümde mevlît okundu ve beyaz gelinlik giydim. Saçlarıma çiçekli taç kondu. Amcamın gelininin düğününde, sabah erkenden bayrak dikilmişti de babaannem kendi düğününü hatırlayıp sessizce ağlamıştı.”
(Y6)’nın hayatı yörük olmanın sonsuz ufuklarında başladı, yerleşik düzenin sınırlarına doğru savruldu. Bu köklü geçişin izleri, en çok da düğününde belirdi. Geleneğin ruhuyla modernin kavgası bir arada yaşandı: Okunan mevlidin nağmeleri çınlarken, bembeyaz bir gelinlik sarmaladı tenini. Saçlarına takılan kır çiçekli taç, belki de atalarının çiğdem topladığı dağ yamaçlarının sessiz bir armağanıydı...
O düğünün sabahında bambaşka bir durum yaşanmıştı. Erkenden, obanın göğe doğru uzanan doruğuna ağaç gövdesine asılı bir bayrak dikilmişti. İşte o an, bizim için bir törendi belki ama babaanne için kendi gençlik günlerine, çadırlarının önünde salınan o kutsal sancağın gölgesinde geçen düğününe açılan bir kapıydı. Bu bayrak, uzak köylerin, dağ başlarındaki komşu obaların bile haberdar olmasını sağlardı: "Bakın, burada bir yuva kuruluyor, bir sevinç türküsü söyleniyor!"
Ve o babaannenin sessiz gözyaşları ise kaybolan bir zamanın hüznünü taşıyordu.
Rüzgâra Asılan İlk Nefes: Bayrak Dikme Geleneği
Yörük düğünlerinin vazgeçilmez simgesi olan bayrak dikme, kökleri eski Türk inançlarının derinliklerindedir. Bu sadece bir süs değil, düğünün “ilk soluğu”, obaya hayat üfleyen bir ritüeldir. Dikilen bayrak, yörüklerin nazarında yeni kurulacak yuvayı korumada görkemli bir kalkandır.
Eskiden, ormanın bağrından seçilen genç bir ağaç kesilip düğünde bayrak direği yapılmak üzere obaya getirilirdi. Böylece toprağın, ağacın, göğün düğüne katılımı sağlanırdı. Direğin tepesindeki bayrağın iki yanına takılan kırmızı elmalar ve diğer meyveler de bereketin, bolluğun, yeni hayatın filizleneceği topraklar için adeta bir niyazdı. O sırık göğe yükseldiğinde, sadece çadırlar değil, sanki bütün bir gökyüzü düğün kıyafeti giyerdi.
Araştırmacı Paul Roux’un notlarına göre, Türklerde kadında döllenmenin belirli yiyeceklerle ilişkilendirildiği “döllenme bayramı” geleneğinde, elma en etkin ritüel nesnesiydi. İşte o kızıl meyveler, sırığın ucunda sallanırken, yalnızca bolluğa değil; adeta, yeni bir hayatın filizlenmesine, atalardan miras kutsal bir üremeye yönelik niyazdı. Rüzgârın okşadığı her elma, toprağın ve göğün buğday tanesi kadar saf bir arzusunu fısıldardı: "Bu oba sonsuza dek kök sürsün!.." Bugün dahi, "Gelin bayrağı" ve "Bayrak dikme” adlarıyla, köprüleri yıkılmamış bu gelenek Mersin Yörüklerinde özellikle köklü ve katmanlı bir anlam dünyasına sahiptir.
Hayvanlarla Kurulan Yaşam: “Dağdan Dağa Çocuk Taşımak…”
Yörük için hayvan, yalnızca geçim aracı değil, yaşamsal bir tözdür- varoluşun ayrılmaz parçası. Et, süt, yün... bunlar yalnızca dışavurumlarıdır. Asıl anlamı, göçün ritüelinde saklıdır. Hayvan; yolun tanığı, yükün taşıyıcısı, çocuğun koruyucusudur. Doğa ile yapılan sözsüz antlaşmanın canlı tarafıdır o.
Yörük, yayladan kışlağa veya kışlaktan yaylaya yel gibi göçerken, çocuklar hayvanın sırtına emanet edilir. Çünkü çocuk, uzun yolda yürüyemez, ama yürüyen hayvanda taşınabilir. Bazen bir devenin geniş sırtında, bazen başka bir hayvanın üzerindeki heybe gözünde… Çünkü taşımada denge esastır. İki çocuk varsa, her biri heybenin bir gözüne oturtulur. Tekse çocuk, dengeyi sağlamak için diğer göze bir çuval arpa, belki un çuvalı, belki kap-kacak yerleştirilir. Bu da bir tür dengeleme ritüelidir; yalnızca ağırlık değil, göçün ruhu da dengelenir orada.
Çocuk hayvan sırtında, güneşle ve rüzgârla dövüşür. Dudakları çatlar, yanakları yanar, burnundan akan ince su çizgiyle ilk doğa dersini alır. Dirseği burnunun yerini bilir, ipek bir mendil gibi dokunup geçer… Güneş ise saçlarının rengini çalar, yerine sararmış buğday kılçığı gibi ışıldayan kirli teller bırakır. Rüzgârda savrulan saçlar, ayçiçeklerinin başaklara çaktığı selam gibidir.
Ve o çocuk, çoğu zaman hiç konuşmaz. Çünkü bu sessizlik, göçün dilidir. Hayvanın ritmik adımlarında zaman çözülür, mekân silinir; çocuk, sırtında taşındığı hayvanla birlikte suskundur, onun dünyasında her şey yalnızca yaşar. Nitekim hayvan, Yörük için bir beden kadar yakındır. Her taşınan çocuk, geleceğin bu sessiz bilgisini yüklenerek büyür.
Not: Bu satırların yazarı, Mut ilçesi kırsalında 1995 yılında dağdan dağa deve sırtında taşınan bu çocuğu görüntülemişti. Bkz., (Dulkadir, 1997, s. 39)
Sonsöz Yerine
Yörüklerin yaşanmışlıkları, sadece geçmişin hikâyesi değil. Bu anlatılar, bugünün hızlı akıp giden dijital dünyasında “yavaşlamayı, hissetmeyi, düşünmeyi” yeniden hatırlatıyor. Çünkü geçmişin izi silinmiyor, sadece biçim değiştiriyor. Deveyle gidilen Hac, şimdi uçakla; ama hâlâ bir yolculuk. Attan inmeyen gelin, şimdi lüks gelin aracında “hikâye paylaşma”dan inmiyor; ama hâlâ bir tören. Ve belki de en önemlisi: Kadının fedakârlığı, hâlâ en çok konuşulması gereken şey…
Kaynakça
Dulkadir, H. (1997). İçel'de Son Yörükler-Sarıkeçililer. Yük.Lis.Tezi. İçel Valiliği Yayınları-3.
12 Haziran PAZARTESİ-PERŞEMBE BULUŞMALARI-8
YÖRÜK KADINLARININ ZAMANLAR ARASI İZLERİ-Y1-8:
Bir Doğumun Sessiz Hafızası: Zamanın Kadınları: Taş, Şalvar ve Ölmeyen Ruh